(Osho’nun, Zihnin Sınırının Ötesi adlı kitabından. )
En önce anlaşılması gereken şey egonun ne olduğudur. Bir çocuk doğar. Doğduğunda kendisi hakkında hiçbir bilinci, bilgisi yoktur. Ve bir çocuk doğduğunda ilk olarak farkına vardığı şey kendisi değil diğeridir. Bu doğaldır çünkü gözler dışa doğru açıktır, eller diğerlerine dokunur, kulaklar başkalarını duyar, damak yiyecekleri tadar ve burun dışarıyı koklar. Tüm bu duyular dışa doğru açıktır. Doğmanın anlamı da budur. Doğumun anlamı, bu dünyaya gelmektir, dışarının dünyasına. Dolayısıyla da bir çocuk doğduğunda, bu dünyanın içine doğar. Gözlerini açar ve diğerlerini görür. Diğer siz demeksiniz. Çocuk ilk önce annesinin farkına varır. Daha sonra da yavaş yavaş kendi bedeninin farkına varmaya başlar. Bu da aslında diğerdir ve de bu dünyaya aittir. Acıkır ve bedenini hisseder; ihtiyacını giderdiğinde de bedenini unutur.
Bir çocuk şöyle yetişir: Önce sizin, ötekinin farkına varır ve sonraysa sizinle, ötekiyle kıyaslayarak yavaş yavaş kendisinin farkına varır. Bu farkındalık yansıtılmış bir farkındalıktır. O kendisinin kim olduğunun bilincinde değildir. O yalnızca annenin ve de onun kendisi hakkında ne düşündüğünün farkındadır. Eğer annesi ona gülümserse, onu takdir ederse, “Sen çok güzelsin” derse, onu kucaklayıp öperse çocuk kendisi hakkında iyi şeyler hisseder. İşte şimdi bir ego doğmuştur. Takdir,sevgi, ilgi aracılığıyla iyi olduğunu, değerli olduğunu ve bir önemi olduğunu hisseder. Bir merkez doğar.
Yalnız bu merkez yansıtılmış bir merkezdir. Onun gerçek varlığı değildir. Kendisinin kim olduğunu bilmez; yalnızca başkalarının kendisi hakkında ne düşündüğünü bilir. Ve bu bir egodur; yansıma,, başkalarının ne düşündüğüdür. Şayet herkes onun bir işe yaramaz olduğunu düşünürse, kimse onu takdir etmez, gülümsemez. Böyle bir durumda da bir ego doğar: hastalıklı bir ego; üzgün, reddedilmiş, değersiz ve diğerlerinden aşağıda hissederken kendisini incinmiş. Bu da bir egodur. Bu da bir yansımadır.
Önce anne – ve anne başlangıçta tüm dünya demektir. Sonradan anneye başkaları katılır ve dünya büyümeye başlar.Ve bu dünya büyüdükçe de ego daha karmaşıklaşır çünkü birçok başka insanın daha görüşleri yansır. Ego biriktirilmiş bir olgudur, başkalarıyla yaşıyor olmanın bir yan ürünüdür. Eğer bir çocuk tamamıyla yalnız yaşarsa, hiçbir zaman ego geliştirmiyecektir. Ama bunun bir yararı olmaz. Bir hayvan gibi kalacaktır. Hayır, böyle birşey onun gerçek kendi benliğini bileceği anlamına gelmez.
Ego bir zorunluluktur çünkü gerçek olan ancak sahtesi aracılığıyla anlaşılır. Kişi onun içerisinden geçip gitmelidir. Bu bir öğretidir. Gerçek yalnızca yanılsama sayesinde anlaşılır. Gerçek olanı doğrudan bilemezsiniz. Öncelikle gerçek olmayanın ne olduğunu bilmek zorundasınızdır. Önce gerçek olmayanı tanımak zorundasınız. Bu tanışıklık vasıtasıyla gerçeğin ne olduğunu bilmek için yeterli hale gelirsiniz. Şayet siz sahteyi sahte olarak bilirseniz, gerçek üzerinize gün gibi doğar.
Ego bir ihtiyaçtır; o toplumsal bir ihtiyaç, toplumsal bir yan üründür. Toplum sizin çevrenizdeki herşeydir – siz değil ama etrafınızdaki tüm şeylerdir. Herşeyden sizi çıkarttığınızdaki şeydir toplum. Ve herkez yansıtır. Okula gidersiniz ve öğretmen sizin kim olduğunuzu yansıtacaktır. Diğer çocuklarla arkadaşlıklarınız olacak ve onlar sizin kim olduğunuzu yansıtacaklar. Adım adım herkes sizin egonuza birşeyler katar ve herkes egonuzu topluma problem oluşturmayacak hale getirmeye çalışır.
Onların derdi siz değilsinizdir.
Onlar toplumla ilgilenmektedirler
Toplum kendisini düşünür ve bu böyle de olmalıdır.
Onların önemsediği şey sizin ‘kendini bilen’ insanlar haline gelmeniz değildir. Onlar için önemli olan sizin toplum denen mekanizmanın yararlı bir parçası olmanızdır. Resmi bozmamalısınız.
Dolayısıyla da size toplumla uyumlu bir ego verirler. Size ahlak öğretirler. Ahlak, size topluma uyacağınız bir ego vermek anlamına gelir. Eğer siz ahlaklı değilseniz, şurada ya da burada uyumsuz olursunuz. Bu sebeple suçluları hapishanelere koyarız – hayır,yanlış birşey yaptıkları için ya da onları hapse atmakla onların iyileşeceği için falan değil! Sadece onlar uyumsuzdur. Onlar sorun üretirler. Onların sahip oldukları türden egoları toplum onaylamaz. Şayet toplum onaylarsa her şey iyidir.
Bir adam birisini öldürür – o bir katildir.
Ve aynı adam savaş zamanında binlercesini öldürür – o muhteşem bir kahraman haline gelir.
Toplum cinayetten rahatsız olmaz ama cinayetin toplum için işlenmesi gerekir.O zaman sorun kalmaz.
Toplum ahlakı önemsemez.
Ahlak yalnızca sizin topluma uymanız demektir.
Toplum savaştayken ahlak değişir.
Barış dönemindeyken toplumun başka ahlakı vardır
Ahlak toplumsal bir politikadır. Diplomatiktir. Tüm çocukların toplumla uyumlu halde yetiştirilmesi şarttır ve her şey bu kadar basittir. Çünkü toplumun ilgilendiği tek şey yararlı üyelerdir. Toplum sizin kendinizi bilmeniz gerekliliğiyle ilgili değildir.
Toplum bir ego yaratır çünkü ego istenilen yönde kullanılabilir ve kontrol altında tutulabilir.
Kişinin öz benliğiyse hiçbir zaman kontrol edilip kullanılamaz. Toplumun bir insanın öz benliğini kontrol altında tuttuğu duyulmuş birşey değildir
Çocuğun bir merkeze ihtiyacı vardır ve çocuk kendi merkezinin tamamıyla farkında değildir. Toplum ona bir merkez verir ve çocuk ta azar azar toplumun kendisine verdiği egonun kendi merkezi olduğuna ikna olur.
Bir çocuk eve döner – şayet sınıfta birinci olduysa tüm aile mutludur. Onu kucaklayıp öper, omuzunuza alır dans edersiniz ve, “Ne güzel bir çocuk! Sen bizim için gurur kaynağısın” dersiniz. Ona ayırt edilmesi güç bir ego verirsiniz. Eğer çocuk eve utanç içinde, başarısız becerememiş, sınıfta kalmış olarak gelirse ya da alt sıralarda kalmışsa – o zaman kimse onu takdir etmez ve o da kendisini dışlanmış hisseder. Bir dahaki sefere daha sıkı çalışacaktır çocuk çünkü merkezi sarsıntı hisseder.
Ego her zaman sarsıntıdadır, her zaman beslenmenin peşindedir, yani birisinin takdir etmesi gerekir. Bu nedenledir ki sürekli ilgi talep edersiniz.
Kim olduğunuz hakkında başkalarından fikir alırsınız. Bu doğrudan bir deneyim değildir. Sizin kim olduğunuz hakkında edindiğiniz fikirker başkalarından gelir. Onlar sizin merkezinizi biçimlendirir. Bu merkez sahtedir çünkü siz kendinize ait gerçek merkezinizi taşımaktasınız. O kimsenin karışamayacağı birşeydir. Kimse ona şekil veremez.
Siz onunla beraber gelirsiniz
Siz onunla doğarsınız.
Bu demektir ki, sizin iki merkeziniz vardır. Birisi varoluşun size vermiş olduğu, sizin beraber geldiğiniz merkezdir. Bu gerçek öz benliğinizdir. Ve diğeri, toplum tarafından yaratılmış olan merkez ise egodur. O sahte bir şeydir – ve çok büyük bir kandırmacadır. Ego aracılığıyla toplum sizi kontrol etmektedir. Siz belli bir şekilde davranmak zorundasınızdır, çünkü sadece o zaman toplum sizi takdir eder. Belli bir tarzda yürümek, belli bir şekilde kahkaha atmak; belli bir tarzı, ahlakı, formülü takip etmek zorundasınız. Ancak o zaman toplum sizi takdir eder, ve etmezse de egonuz sarsılır. Ve egonuz sarsıldığında, kim olduğunuzu, nerede olduğunuzu bilmezsiniz. Başkaları size fikri verdi.
Bu fikir egodur.
Onu mümkün olduğunca derinden anlamaya çalışın, çünkü ondan kurtulmak durumundasınız. Ve ondan kurtulamazsanız hiçbir zaman öz benliğinize ulaşamazsınız. Çünkü siz merkeze bağımlı haldesiniz, hareket edemezsiniz ve öz benliğinize bakamazsınız.
Ve, egonun parçalanacağı, kim olduğunuzu bilmeyeceğiniz, nereye gidiyor olduğunuzu bilemeyeceğiniz, tüm sınırların eriyip gittiği geçici bir zaman dilimi, bir aralık olacağını anımsayınız.
En basitinden aklınız karışacak, bir kaos olacak.
Bu kaos nedeniyle egonuzu kaybetmekten korkarsınız. Fakat bu böyle olmak zorundadır. Kişi kendi gerçek merkezine varmadan önce bu kaosun içerisinden geçmek zorundadır. Ve şayet cesursanız, bu dönem kısa olacaktır.
Eğer korkarsanız ve tekrar egonun kucağına düşerseniz, ve yeniden onu ayarlamaya başlarsanız, işte o zaman çok, çok uzun sürebilir; bir çok hayat ziyan edilebilir.
Şöyle bir öykü duymuştum: Küçük bir çocuk büyükannesini ziyaret etmekteymiş. Sadece dört yaşındaymış çocuk. Geceleyin büyükannesi onu uyuturken, çocuk aniden bağırmaya ve ağlamaya başlamış ve “Eve gitmek istiyorum. Karanlıktan korkuyorum” demiş. Fakat büyükanne de, “Çok iyi biliyorum ki, evde de karanlıkta uyuyorsun; hiç bir zaman ışığının yandığını görmedim.
Öyleyse burada neden korkuyorsun?” diye sormuş. Çocuk, “Evet, bu doğru – ama o BENİM karanlığımdı” demiş. Bu tamamıyla bilinmeyen bir karanlık.
Karanlık ile birlikte bile, “Bu BENİM” diye hissediyorsunuz. Dışarıdayken bilinmeyen bir karanlıktır. Egoyla birlikte ise “Bu BENİM” diye hissediyorsunuz.
Sorunlu olabilir, belki de bir çok can sıkıntısı yaratır ama hala o benim. Tutunacağınız, yapışacağınız, ayaklarınızın altında olan birşey; boşlukta, vakumda değilsiniz. Berbat bir durumdasınız, ama en azından VARSINIZ. Kötü hissetmek bile size ‘ben varım’ hissi verir. Ondan uzaklaşınca korku her yanı sarar; bilinmeyen karanlıktan ve kaostan korkmaya başlarsınız – çünkü toplum sizden bir parçayı silmeyi başarmıştır.
Aynen ormana gitmek gibidir bu. Biraz temizlik yaparsınız, zemini biraz temizlersiniz; çit örer, küçük bir kulübe yaparsınız; küçük bir bahçe yaparsınız, çim bir alan, ve iyisinizdir. Çitinizin ötesi ormandır, vahşidir. Burada (alanınızda) herşey yolundadır, herşeyi planladınız. Nasıl olduğu böyledir işte.
Toplum sizin bilincinizde bir miktar temizlik yapmıştır. Küçük bir kısmını tamamen silmiştir, çitle çevirmiştir. Orada herşey yolundadır. İşte tüm üniversitelerinizin yaptığı da budur. Bütün kültürün ve şartlandırmanın temeli kendinizi evinizde hissettirecek bir kısımı temizlemektedir. Ve siz o zaman korkarsınız.
Çitin ötesinde tehlike vardır.
Çitin ötesindeki de, çitin içindeki gibi sizsiniz – ve bilinçli zihniniz sadece bir bölümüdür, tüm varlığınızın onda biridir. Onda dokuz karanlıkta bekliyor. Ve bu onda dokuzun içinde sizin gerçek merkeziniz saklıdır.
Korkusuz, cesur olmak zorundasınız.
Bilinmeyene adım atmalısınız.
Bir süre tüm sınırlar kaybolacaktır.
Bir süre başınız dönecek.
Bir an için deprem olmuşçasına çok korkacak ve sarsılacaksınız. Ama eğer cesur olur, geri çekilmezseniz, sürekli bir şekilde egonuzun kucağına düşmezseniz, bir çok hayatlarınız boyunca taşımakta olduğunuz gizli bir merkeziniz vardır orada.
Bu sizin ruhunuz, benliğinizdir.
Bir kez ona yakınlaştığınızda, herşey değişir, herşey yerine oturur. Fakat bu yerleştirme toplum tarafından yapılmaz. Artık herşey bir kaos değil kozmoz’a dönüşür; yeni bir düzen ortaya çıkar. Fakat bu artık toplumun düzeni değildir – o tam olarak varoluşun kendi düzenidir.
O, Buddha’nın Dharma, Lao Tzu’nun Tao, Heraclitus’un Logos dediği şeydir. İnsan yapımı değildir. O TAM OLARAK varoluşun kendi düzenidir. O zaman aniden herşey tekrar güzelleşir ve ilk olarak gerçekten güzeldir, çünkü insan yapısı şeyler güzel olamazlar.
Yapabileceğiniz en iyi şey onların çirkinliklerini gizlemektir hepsi bu. Onları süsleyebilirsiniz ama hiçbir zaman güzel olamazlar. Aradaki fark aynen gerçek bir çiçekle plastik ya da kağıt çiçekler arasındaki gibidir. Ego plastik bir çiçektir – ölüdür. O çiçek gibi gözükür, çiçek değildir. Onu bir çiçek olarak adlandıramazsınız. Hatta onu çiçek olarak adlandırmak dilbilimi açısından da yalnıştır, çünkü çiçek, açan şeydir. Ve bu plastik şey sadece bir nesnedir, çiçek açmanın kendisi değil. O ölüdür. İçinde yaşam yoktur.
İçinizde çiçek açan bir merkeze sahipsiniz. Bu yüzden Hindular onu bir lotus çiçeği olarak adlandırırlar – o çiçek açmanın kendisidir. Bin yapraklı lotus çiçeği derler ona. Bin tane demek sınırsız yaprak demektir. Ve çiçek, açmaya devam eder, hiçbir zaman durmaz, ve hiçbir zaman ölmez.
Ama siz plastik bir egoyla yetiniyorsunuz.
Neden yetiniyor olduğunuzun sebepleri vardır. Ölü bir şeyde çok uygun şeyler vardır. Bir tanesi, ölü bir şeyin hiç ölmeyeceğidir. Ölemez – hiç yaşamadı ki! Dolayısıyla plastik çiçeklere sahip olabilirsiniz, bir yönden iyidirler. Kalıcıdırlar; ölümsüz değil, süreklidirler
Bahçenin dışındaki gerçek çiçek ölümsüzdür, ama kalıcı değildir. Ve ölümsüz olanın kendisine özgü ölümsüz olma yolu vardır. Ölümsüz olmanın yolu tekrar tekrar doğup ölmektir. Ölüm yoluyla kendisini tazeler, gençleştirir.
Bize göre çiçek ölmüş gibi görünür – hiç ölmez.
Sadece bedenleri değiştirir, böylece her dem tazedir.
Eski bedeni bırakıp yenisine girer. Başka bir yerde açar; açmaya devam eder. Yalnız, biz bu sürekliliği göremeyiz çünkü o görünmezdir. Biz yalnızca bir çiçeği, başka bir tanesini görürüz, hiç bir zaman sürekliliği görmeyiz.
Dün açan çiçekle aynı çiçektir o.
Aynı güneştir, ama ayrı bir elbisede.
Egonun belli bir niteliği vardır – o canlı değildir. O plastikten yapılma bir şeydir. Ve onu elde etmek çok kolaydır, çünkü onu birileri verir. Sizin aramanıza gerek yoktur, arayışla bir ilginiz yoktur. Bilinmeyenin peşinde bir arayan haline gelmezseniz, bir birey olamamışsınız demektir bu. Sadece kalabalığın bir bileşenisinizdir. Sadece bir kütlesiniz.
Gerçek bir merkeze sahip değilken nasıl bir birey olursunuz?
Ego birey değildir. Ego toplumsal bir olgudur – o toplumdur, siz değilsiniz. Fakat o size toplumda bir işlev verir, toplumda bir yer verir. Ve eğer siz onunla yetinmeye devam ederseniz, kendi benliğinizi bulma fırsatını temelden yitirmiş olursunuz.
İşte bu yüzden son derece mutsuzsunuz.
Plastik bir hayatla nasıl mutlu olabilirsiniz ki?
Sahte bir yaşamla nasıl zevkli, huzurlu ve mutluluk içerisinde olabilirsiniz? İşte o zaman da ego bir çok can sıkıntısı yaratır, milyonlarcasını.
Siz onu göremezsiniz çünkü o sizin kendi karanlığınız. Ona göre ayarlandınız.
Tüm mutsuzlukların ego aracılığıyla hayatınıza girdiğini fark ettiniz mi? O sizi mutlu kılmaz; sadece mutsuz yapar.
Ego cehennemdir.
Acı çektiğiniz zaman izleyip analiz etmeye çalışın ve göreceksiniz ki, bir yerlerde neden egodur. Ve ego acı çekmek için sebepler bulmaya devam eder.
Siz de herkes gibi bir egoistsiniz. Bazıları yüzeydedir, çok belirgindir ve onlar çok ta zor değildir. Bazılarıysa çok derinlerde ve zor farkedilirler ve onlardır esas problem.
Bu ego sürekli olarak başkalarıyla çatışma halinde belirir çünkü her ego kendinden hiç emin değildir. Öyle olmak ta zorundadır – çünkü sahtedir. Elinizde hiç bir şey olmadığı halde var olduğunu düşünüyorsanız, sorun çıkacaktır.
Biri çıkar da “Sende hiç bir şey yok” derse, kavga başlar, çünkü siz de bir şey olmadığını hissediyorsunuzdur. Diğerleri gerçeği fark etmenizi sağlar.
Ego sahtedir, o hiç bir şeydir.
Bunu siz de biliyorsunuz.
Bunu nasıl olur da bilemezsiniz? Mümkün değil! Bilinçli bir varlık – nasıl olur da bu egonun sahte bir şey olduğunu bilemez? Ve birileri diyor ki, hiç bir şey yok – ve birileri hiç bir şey yok dediğinde gerçeği söylerler onlar; darbe yersiniz – ve hiç bir şey doğrular kadar çarpıcı olamaz. Savunmak zorundasınızdır, çünkü savunmazsanız, savunmaya çekilmezseniz, o zaman nereye gideceksiniz?
Kayıplara karışacaksınız.
Kimliğiniz dağılacak.
Dolayısıyla savunacak ve savaşacaksınız – çatışma budur işte.
Kendi benliğini bulmuş bir insan hiç bir zaman çatışmaz. Birileri onunla çatışmaya gelse de, o kimseyle çatışma halinde değildir.
Bir Zen üstadı sokak boyunca yürürken başına böyle bir şey gelmiş. Bir adam koşarak gelmiş ve sert bir şekilde ona vurmuş. Üstad yere düşmüş. Ayağa kalkmış ve önceden yürüdüğü yönde, geriye bile dönüp bakmadan tekrar yürümeye başlamış.
Yanında bir öğrencisi varmış. Şoka uğramış. “Bu adam da kim? Bu nedir? Böyle birileri yaşıyorken, herhangi birisi gelip sizi öldürebilir. Ve siz adamın kim olduğunu, bunu neden yaptığını merak edip dönüp bakmadınız bile” demiş.
Üstad da, “Bu onun sorunu, benim değil” demiş.
Siz aydınlanmış birisiyle çatışabilirsiniz, ama bu sizin sorununuzdur, onun değil. Ve bu çatışmada incinirseniz o da sizin kendi sorununuzdur. O sizi incitemez. Bu bir duvarı yumruklamak gibidir – canınız yanacaktır ama duvar değildir sizi inciten.
Ego sürekli problem peşinde koşar. Neden? Çünkü kimse size ilgi göstermezse, ego acıkmış hisseder.
O ilgi ile yaşar.
Dolayısıyla, birisi size kızgın ve sizinle kavga ediyorsa, bu bile iyidir, çünkü en azından ilgisi üzerinizdedir. Eğer birisi severse, iyidir. Eğer kimse sizi sevmiyorsa, o zaman kızgınlık bile iyi olacaktır. En azında ilgi üzerinizde olacaktır. Fakat, kimse size hiç bir ilgi göstermezse, kimse sizin önemli birisi olduğunuzu düşünmezse, o zaman egonuzu nasıl besleyeceksiniz?
Diğerlerinin ilgisine ihtiyaç vardır.
Milyonlarca şekilde insanların ilgisini çekersiniz; belli bir tarzda giyinirsiniz, güzel görünmeye çalışırsınız, çok kibar olursunuz, roller edinirsiniz, değişirsiniz. Ne tür koşulların geçerli olduğunu sezinlediğinizde , hemen insanların size ilgi göstereceği yönde değişiverirsiniz. Bu çok derinden bir dilenciliktir
Gerçek bir dilenci ilgi arayan ve talep eden kişidir. Ve gerçek imparator da kendi içinde yaşayandır; onun kendi merkezi vardır, başka kimseye bağımlı değildir.
Buddha bodhi ağacının altında oturuyor… o an dünya yokoluverse, Buddha için bir şey fark edecek midir? Hiç birşey. Hiç bir şey fark etmemiş olacaktır. Tüm dünya kaybolsa bir fark yaratmayacak çünkü o merkezine ulaşmıştır.
Ya siz; şayet eşiniz kaçar, sizi boşar, başka birisine giderse tamamıyla dağılırsınız – çünkü o size ilgi gösteriyordu, özen gösteriyor, seviyor, etrafınızda dolaşıyor, sizin kendinizi birisi olarak hissetmenize yardım ediyordu. Tüm imparatorluğunuz kayboldu, siz dağılıverdiniz. İntihar etmeyi bile düşünmeye başlarsınız. Neden? Neden karınız sizi terk edince intihar edesiniz?
Neden kocanız sizi terk edince intihar edesiniz? Çünkü kendinize ait bir merkeziniz yok. Karınız size merkezi veriyordu; kocanız size merkezi veriyordu.
İnsanlar bu şekilde varolurlar. Böylelikle insanlar başkalarına bağımlı hale gelir. O çok derinden bir köleliktir. Ego bir köle olmak ZORUNDADIR. O başkalarına bağımlıdır. Ve sadece egosu olmayan kişi ilk defa olarak efendidir; artık o bir köle değildir. Bunu anlamaya çalışın.
Ve egoyu kendi içinizde aramaya başlayın – başkalarında değil, bu sizin işiniz değildir.
Kendinizin ne zaman mutsuz hissedecek olursanız hemen gözlerinizi kapayın bu mutsuzluğun nereden gelmekte olduğunu bulmaya çalışın ve her seferinde göreceksiniz ki, sahte merkeziniz başka biriyle çatışmakta.
Siz bir şey umdunuz ve gerçekleşmedi.
Siz bir şey beklediniz ve tam tersi oldu – egonuz sarsıldı, mutsuzsunuz. Yalnızca bakın; ne zaman mutsuz olursanız, neden olduğunu bulmaya çalışın.
Sebepler sizin dışınızda değil. Temel neden içinizdedir – ama siz her zaman dışarı bakarsınız, her zaman sorarsınız:
Beni kim mutsuz ediyor?
Benim kızgınlığımın sebebi kim?
Beni kim hayata küstürüyor?
Ve dışarı bakarsanız göremezsiniz.
Sadece gözlerinizi kapayın ve her seferinde içe bakın.
Tüm mutsuzluğunuzun, kızgınlığınızın, can sıkıntınızın kaynağı sizde, egonuzda gizli.
Ve kaynağı bulursanız, onun ötesine geçmeniz kolaylaşacaktır. Eğer sizin başınıza dert açan şeyin kendi egonuz olduğunu görebilirseniz, ondan kurtulmayı tercih edersiniz – çünkü hiç kimse mutsuzluğunun kaynağını anlayacak olduktan sonra onu taşıyamaz.
Ve şunu unutmayın ki, egodan vazgeçmeniz için bir neden yoktur.
Ondan vazgeçemezsiniz. Ondan kurtulmaya çalışırsanız, “Alçak gönüllü oldum” diyen, daha zor farkedilen türden bir egonuz olacaktır.
Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Bu kendini gizleyen bir egodur – ama ölü değildir.
Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Alçak gönüllü olmayı kimse deneyemez, ve kimse kendi çabasıyla alçak gönüllülüğü yaratamaz, asla! Ego ortadan kaybolunca, alçak gönüllülük size gelir. O yaratılan bir şey değildir. O gerçek merkezin gölgesidir.
Ve gerçekten alçak gönüllü bir adam ne alçak gönüllüdür ne de bencil.
O sadece basittir.
Hatta alçak gönüllü olduğunun bile farkında değildir.
Eğer alçak gönüllü olduğunuzun farkındaysanız, orada ego vardır.
Alçak gönüllü kimselere bakın…Kendilerinin gerçekten alçak gönüllü olduğunu düşünen milyonlarca insan vardır. Yerlere kadar eğilirler, ama izleyin onları – en sofistike egoistlerdir onlar. Artık onların besinlerinin kaynağı alçak gönüllüktür. “Ben alçak gönüllüyüm” derler ve sonra da size bakıp sizin onları takdir etmenizi beklerler.
Sizin onlara “Sen gerçekten alçak gönüllüsün” demenizi isterler. “Aslında sen dünyanın en alçak gönüllü kişisisin; hiç kimse senin kadar alçak gönüllü değil”. Sonra da yüzlerine gelen gülümsemeye bakın. Ego nedir? Ego “Kimse benim gibi değil” diyen bir hiyerarşidir. Alçak gönüllülükle kendisini besleyebilir – “Kimse benim gibi değil, ben en alçak gönüllü kişiyim”
Zamanın birinde: Sabahleyin hava henüz aydınlanmamışken fakir bir dilenci caminin birinde dua etmekteydi. Kutsal bir gündü ve o dua edip şöyle diyordu, “Ben bir hiçim. Ben fakirlerin en fakiriyim, günahkarların en büyüğüyüm”
Birden bir başka kişinin daha dua etmekte olduğunu fark etti. Adam ülkenin imparatoruydu ve bir başka kişinin daha dua etmekte olduğunun farkında değildi – karanlıktı, ve imparator da, “Ben bir hiçim. Kimse değilim. Sadece kapındaki bir dilenciyim” diyordu. Başka birisinin daha aynı şeyleri söylediğini duyduğunda imparator dedi ki, “Durun! Beni geçmeye çalışan da kim? Sen kimsin? Bir imparator ‘bir hiç olduğunu’ söylerken, onun önünde aynı şeyi söylemeye nasıl cesaret edersin?”
İşte ego böyle çalışır. Çok zor farkedilir. Onun çalışması çok kurnazca ve derindendir, çok çok uyanık olmalısınız, ancak o zaman onu görebilirsiniz. Alçak gönüllü olmaya çalışmayın. Yalnızca tüm mutsuzlukların, acıların ego yoluyla geldiğini görmeye çalışın.
Sadece izleyin. Vazgeçmenize gerek yok.
Ondan vazgeçemezsiniz. Kim vazgeçecek ondan? O zaman da vazgeçenin kendisi egoya dönüşecektir. Her zaman geri dönecektir.
Her ne yapıyorsanız yapın, dışında kalın ve bakın, izleyin.
Ne yaparsanız yapın – alçak gönüllülük, mütavazilik, basitlik – hiç birisi yardımcı olmaz. Mümkün olan sadece birşey vardır, o da tüm mutsuzluğunuzun kaynağının ego olduğunu izlemektir. Onu söylemeyin. Tekrar etmeyin – İZLEYİN. Çünkü ben onun tüm mutsuzluklarınızın kaynağı olduğunu söylersem ve siz de bunu tekrar ederseniz yararsız olur bu. SİZ bu anlayışa gelmek zorundasınız. Her mutsuz olduğunuzda yalnızca gözlerinizi kapayın ve dışardan nedenler aramayın. Bu mutsuzluğun nereden kaynaklandığını görmeye çalışın. O sizin kendi egonuzdur.
Eğer sürekli olarak egonun esas kaynak olduğunu anlar ve hissedecek olursanız, bu derinlerde kök salar ve egonun bir gün onun ortadan kayboluverdiğini görürsünüz. Kimse ondan kurtulmaz – kimse ondan kurtulamaz. Onu öylece görürsünüz; ortadan kayboluverir çünkü herşeyin kaynağının ego olmasının anlaşılması demek ondan kurtulmak demektir. BUNU ANLAMAK DEMEK EGONUN KAYBOLMASI DEMEKTİR.
Ve siz egoyu başkalarında görmek hususunda çok kurnazsınız. Her hangi birisi başka birinin egosunu görebilir. Kendinizinkine sıra geldiğindeyse, işte o zaman sorunlar ortaya çıkar – çünkü araziyi bilmiyorsunuz, orada hiç gezinmediniz ki.
Nihai olana, tanrısal olana giden yolun tümü, egonun bu zorlu arazisinden geçmek zorundadır. Sahte olanın sahteliği anlaşılmak zorundadır. Mutsuzluğun kaynağı olan, mutsuzluğun kaynağı olarak anlaşılmalı – o zaman ortadan kalkıverir.
Onun zehir olduğunu bildiğiniz zaman kaybolur. Onun ateş olduğunu bildiğinizde kaybolur. Bunun cehennem olduğunu anladığınızda yokolur.
Ve işte o zamandır ki, bir daha hiç “Egodan vazgeçtim” demezsiniz. O zaman herşeye, tüm mutsuzluklarınızın yaratıcısının kendiniz olduğu şakasına gülmek dışında hiç birşey yapamazsınız.
Charlie Brown’ın bazı karikatürlerine bakıyordum. Bir tanesinde logolarla bir ev yapıyordu. Duvarları yaptığı logoların ortasında oturuyordu. Duvarlarla çevrelendiği bir an geliyor; her tarafını duvarlarla kapattığı bir an. Sonra da “İmdat, imdat” diye bağırıyor.
Herşeyi kendisi yaptı! Şimdi de onlarla çevrelendi, hapsoldu. Bu çok çocukça, ama sizin de tüm yaptığınız bu işte. Kendi çevrenize bir ev inşa ettiniz ve şimdi de “İmdat, imdat” diye bağırıyorsunuz. Ve mutsuzluğunuz milyonlarca kez çoğaldı – çünkü sizinle aynı teknede olan yardımcılarınız var.
Çok güzel bir kadın hayatında ilk kez bir psikiyatsite gider. Psikiyatrist kadına, “Lütfen biraz yaklaşın” der. Kadın yaklaştığında hemen kadının üzerine atlayıp sarılır ve onu öper. Kadın şok olur. Sonra da adam “Şimdi oturabilirsiniz. Bu benim sorunumu halleder, şimdi sizin sorununz nedir?” diye sorar.
Problem katmerlenir, çünkü aynı teknede olan yardımcılar var. Ve onlar yardım etmek isterler, çünkü birisine yardım ettiğinizde egonuz çok çok iyi hisseder – çünkü siz binlerce insana yardım eden büyük bir yardımcı, büyük bir guru, efendisiniz.
Ne kadar çok insan sizi izlerse, kendinizi o kadar iyi hissedersiniz.
Fakat siz de aynı teknedesiniz, yardım edemezsiniz.
Daha çok, zaranız dokunur.
Hala kendi sorunları olan birisinin başkalarına pek yararı dokunamaz.Yalnızca kendi sorunları olmayan birisinin size yararı dokunabilir. Ancak o zaman sizin içinizi görebilecek netlik vardır. Hiçbir soruna sahip olmayan bir zihin sizi görebilir; siz saydamlaşırsınız.
Sorunları olmayan bir zihin kendi içinden görebilir; bu nedenledir ki, başkalarının içini görebilme yeteneğine ulaşır.
Batı’da çok, birçok sayıda psikanaliz okulu vardır ama insanlara hiç bir yardımı dokunmadığı gibi, çoğunlukla da zarar verirler. Çünkü başkalarına yardım eden kişiler ya da yardım etmeye çalışan veya yardım ediyormuş gibi yapanlar da aynı teknenin içindeler.
…Kişinin kendi egosunu görmesi zordur.
Başkalarının egosunu görmekse çok kolaydır. Fakat önemli olan bu değildir, onlara yardım edemezsiniz.
Siz kendi egonuzu görmeye çalışın.
Sadece izleyin.
Ondan kurtulmak için aceleci olmayın, sadece izleyin. Ne kadar izlerseniz, o kadar yeterli hale gelirsiniz. Bir gün aniden görüverirsiniz ki, kendiliğinden kaybolmuş. Ve aslında sadece kendiliğinden olduğunda kaybolmuş olur. Başka bir yolu yoktur. Olgunluğuna erişmeden ondan kurtulamazsınız.
Kuru bir yaprak gibi düşer.
Ağaç hiç bir şey yapmaz – hafif bir meltem, bir şeyler olur ve ölü yaprak öylece düşer. Hatta ağaç yaprağın düştüğünün farkına bile varmaz. O ses çıkarmaz, bir şey idda etmez, hiçbirşey yapmaz. Kurumuş yaprak öylece yere düşer ve dağılır hepsi bu.
Bilinç ve anlayış yoluyla olgunlaştığınızda ve egonun tüm mutsuzluklarınızın nedeni olduğunu derinden hissettiğinizde, birgün aniden, kurumuş yaprağın düşmekte olduğunu göreceksiniz.
O yere ulaşır ve kendi kendine ölür. Siz hiç bir şey yapmadınız dolayısıyla ondan kendinizin kurtulduğunu idda edemezsiniz. Onun kayboluverdiğini görürsünüz ve gerçek merkez ortaya çıkar.
Ve gerçek merkez ruhtur, Tanrıdır, benliğinizdir, gerçekliktir ya da onu nasıl adlandırmak isterseniz odur.
Onun adı yoktur, o nedenle de tüm adlar uygundur.
Ona canınızın çektiği her ismi verebilirsiniz.